30 Eylül 2013 Pazartesi

Turuncu Sandal


Düşün ki turuncu bir sandalda



Açılıyoruz denize
Deniz sesini çıkarmıyor
Hatta memnun
Sandal biraz dertli
Biz nasıl olsa kederliyiz

Denizdik biz
Sandaldık
Turuncuyduk
Kederdik ama ölemedik
Yaşadık deniz!

Dayandık
Şiir, şarkı
Dayandık
Umut, umut

Güneş işte!
İnsanı yakalıyor
Yaşadık 

Başımızı öne eğip
Ne çok baktık içimize
Ne çok deniz kaçmış kollarımıza

Turuncu sandaldan atlamak
Kulaç atarak yüzmek 
Uzaklara dalmak var şimdi

Ne çok ağladık
Pul pul oldu üstümüz başımız
Şairlerin söylediği gibi
Keder
İlla ki öldürmez

Şu turuncu sandala bindik galiba
Hayal değil
Bak
Anlattıkça daha sahi

25 Eylül 2013 Çarşamba

deniz oldum





Sonra ben deniz oldum
Yeşili mavisinden alıngan
Balıkları renklerine hayran
Sonra ben deniz oldum
Sana doğru yürüyen
Deniz olmak zor
Ama ben en çok deniz olmak istedim
Düşüncem kıpır kıpır
Önce cesaret
Önce şarkılar
Önce hayal kurmak
Sonra ben deniz koktum
Uzaktan
yakından hep deniz oldum
Üzerinde salınan tekneler
Üzerinde martılar
Salı mıydı Çarşamba mı unuttum
Deniz oldum
Yürürken
Aniden ve istekle
Yeşili mavisine karışan
Açıldım kendime 
Açıldım korkusuz 
Deniz koktum
O ne istekti
Karşı koyulamaz
Derin mi derin
İçimdeki balıklardan sorun beni

22 Eylül 2013 Pazar

Sevgi Üzerine




Bir insanı sevmek nasıl bir eylemdir?
Öncelikle düşünceli olacaksın. Sevdiğin insana ve onun sevdiklerine saygı duyacaksın.
Öncelikle ince davranacaksın. Kaba olmak ve yüzeyde kalmak istemiyorsan ince düşünecek ve ince davranacaksın.
Yok yere kalp kırmayacaksın. Kimsenin kalbini kırmayacaksın. Bir insanı sevmek başkaları için de iyi şeyler istemek ve iyi hissetmektir.
Kendi aklına estiği gibi ya da canın öyle istedi diye hareket etmeyeceksin. Tutarlı, sabırlı ve olgun olacaksın.
Kendi sınırların olacak. Bir insanı ne kadar çok seversen sev sınırlarını kaybetmeyeceksin.
Bir insanı sevmek nasıl bir eylemdir?
Kendin olacaksın. Yapmacık, samimiyetsiz olmayacaksın.
Gülsen de ağlasan da duruşun olacak.
Duruşunu değiştirmek isteyenlere cevabın açık olacak.
Ölüm korkusu ya da başka bir korku sevgini alamayacak.
Korkacaksan en mühim korkun ona istemeden zarar vermek olacak.
Korkacaksan bir canlıya zarar vermekten korkacaksın.
Önce düşünecek ve sonra yeniden düşüneceksin.
Ne şarkılar dinlemek ne hediyeler götürmek ne de buluşmakta olmayacak aklın fikrin. Sevgin için önce kendi ayaklarının üzerinde durabileceksin.
Susacağın ve konuşacağın yeri bileceksin.
Bir insanı anladığını hissedersen çözdüm ve bitti diyemeyeceksin. Özellikle de sevgi duyduğun ve onun sevdikleri ve dolayısıyla sevgi duyanlardaki derinliği anlamak için okuyacak ve düşüneceksin.
Kendine iyi gelen her şeyi yapamayacak ve bu yapamıyor olmak durumundan sevinç duyacaksın.
Öyle bir eylemdir ki sevmek sen bile nasıl bu kadar sevdiğine zaman zaman şaşıracaksın.
Şaşkınlığından ağır basacak sevgin.
Sevginden ağır gelecek duyduğun saygı.
İnanç olacak bu sevgi ve sorgulamayacaksın.
Yasemin Şenyurt/ 2013 Temmuz/Ankara

Kırılan Koku



Sonbaharda ben kuğuları daha çok seviyor
Daha çok şiir okuyor
Daha az nefes alıyorum

Sonbaharda
Seni özlerken 
Bütün cevaplarımı siliyor ve boş kağıt uzatıyorum

Aşka dair tüm denemeleri okudum

Anladım ki
Kırılan kokuyu kimse duymamış
Anladım ki 
Henüz yazılmamış bir mektup
Anladım ki
Henüz düşünülmemiş incelikler var

16 Eylül 2013 Pazartesi

Neden Direniş?


Öznenin kendi süreğen “toplumsal varoluşu”ndan başka bir şeyi arzulaması ne anlama gelir? Eğer böyle bir arzu bir tür ölüm riski göze alınmadan ortadan kaldırılamıyorsa, acaba toplumsal iktidarın yaşamın sürdürülmesi üzerindeki tahakkümünü açığa çıkarmak ve onu dönüşüme yatkın hale getirmek amacıyla var oluşun her şeye rağmen riske atılması ve ölümün istenip peşine düşülmesi mümkün müdür? ( Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, s:34)




İnsan mutlu, tok, rahat yaşamaktan başka ne ister? İnsan özgürlüğü için, aşk için, bilim için, sanat için yaşamak ister ! Çünkü insanın hayatını ölüm sonlandırsa da insanın hayatını ölüm belirlemez. Benim yaşlarımda ve benden yaşça küçük arkadaşlarım Gezi Direnişi’nde hayatını kaybetti. Onlar ülkeme ve direnişe yaşarken de ölürken de anlam ve derinlik verdiler. Onlar hayatın basit ve yüzeyde yaşanamayacağını anlattılar. Onlar kendi hayatlarını yarım bırakırlarken hayallerine ve hayallerimize sarıldılar. Onların güç bulduğu yegane şey direnişteki ve dayanışmadaki umuttur. Onlar “güzel günler göreceğiz” derken düşünmedikleri tek şey çıkarları, gelecekleri, kendileriydi. Onlar ağaca sarılırken, mizahla ve sanatla direnirken ve hayata inanırken öldüler. Ölüme inanmadıkları ve ölümün son olmadığını bildikleri için alay ettiler tomalarla, gazlarla, baskıyla…Gülümsediler ki onların gülümseyişi inatçıydı, umutluydu, iyilik doluydu. Bu dünya, bu sistem onların gözlerine bakmadan öldürmüştür. Çünkü gözlerine bakabilselerdi orada yaşamı, ışıltıyı, şiiri tanırlardı. Onların gözlerine bakabilselerdi orada durur ve kendi yaptıklarının anlamsızlığına çarparlardı kafalarını. Ethem’in, Ahmet’in, Serdar’ın gözleri umuttan, aşktan ve gelecektendir. Geçmişe ve ölüme saplanıp kalmış olanlar gözlerimize bakamazlar. Ölüme saplanmış olanlar ve kafalarını ölümle yıkayanlar yaşama, özgürlüğe ve geleceğe inanmazlar. Biz denize bakıyorduk ve denizin kokusu olmadığını bile bile biber gazını da içimize çekiyorduk. Özgürlüğümüzü zehirliyorlardı sinsi sinsi. Biz ölüme eyvallah diyebilecektik çünkü tok ve sağlıklı yaşamaktan korkuyorduk. Biz direnişteydik anne çünkü tok ve sağlıklı olmaktan daha önemli olan şeyler vardı bu hayatta. Biz direnişteydik baba çünkü hayatımıza anlam kattı bu direniş. Hayatımıza hem anlam hem de amaç katan bu direnişte olmayıp da nerede olacaktık? Gülmeyi, sevmeyi, okumayı, direnmeyi ve düşünmeyi ve doğayı çok sevdik biz sevgili kardeşim. Lafta kalmadı, yüzeyde durmadı sevgimiz, okuduklarımız, tartıştıklarımız. Sartre’ı okuduk ve özgürlüğümüzün sorumlulukla anlam kazandığını öğrendik. Oğuz Atay’ı okuduk ve “cennetin muhallebiden duvarlar olmadığını” öğrendik. Sadece okumadık baba. Anlamaya çalıştık. Ataol Behramoğlu’nu okuduk. O bize sadece sevginin önünde eğilmemizi söyledi. Biz sevginin önünde eğildik. Ölümsüz olmak, adımızı tarihe yazdırmak, sonsuzluğa erişmek değildi derdimiz. Biz şiirin, sinemanın, felsefenin, fotoğrafın peşinde iyi insan olmak istedik. Biz kimseye alet olmadık. Biz “ruhumuzdan akıp gitmek isteyen düşünceler dışında hiçbir şeye sahip olmadığımızı” biliyorduk. Şimdi daha sıkı sarılacağımız kısa kısa anlar var. Şimdi daha derin, daha ince, daha severek yaşamak durumundayız. Şimdi direniş zamanı…
yASEMİN şENYURT
2013 Ankara

11 Eylül 2013 Çarşamba

İki Kişi

İki kişiydik güvercinlere yem veren.

 İki kişiydik ama çoğalıyorduk. 

İki kişiydik en önce.
 Ağaçlara sarılıp şarkı söyleyen iki kişiydik.

 Aşkla birbirine bakan ve bakışın kıymetini bilen iki kişiydik.

 İki kişiydik ve ölüyorduk gökyüzünü seyretmekten. İki kişiydik şiir kitapları yazan ve dergilere mektuplar gönderen. İki kişi "diktatör istifa" diye sesleniyorduk. İki kişiydik en başta.

 Bir de baktık ki iki kişi daha geliyor. Bir başka sokakta iki kişi daha yanımıza yaklaştı. İki kişiden korkar mı koca diktatör diyorlardı. Koca diktatörü yerinden edecek kadar yürekli iki kişiydik. İnsanca özlemleri olan nice iki kişi yanımıza geldi.

 Diktatör saymayı unuttu. Diktatör olanı biteni hesaplamaya ve hesaplattırmaya alışmıştı ama evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Diktatör öfke nöbetleri geçirirken anlayamıyordu olanları. İki kişi durmadan yürüyor ve yürüdükleri yerlerde renkli izler bırakıyorlardı. Bazen renkli kalemlerle bir şiir yazmak olabiliyordu bu eylem. Diktatör sözcüklerden, şiirlerden, renklerden şüphelenmeye başladı. Gökyüzünün mavi olduğuna bile hiddetleniyordu. O kadar şüpheci olmaya başlamıştı ki kendi gözlerinin renginden nem kapıyordu. Diktatörün yaşamı o kadar kötüleşti ki bir gün tanrıdan kendine iki kişilik ölüm vermesi için dua etti ama onun duası kabul edilmedi. Yapayalnız ve kıvranarak ölürken hayatının baştan ayağa suç olduğunun farkındaydı. Kendine, insanlara ve geleceğe karşı işlenmiş bir suç olan hayatının bittiği düşüncesiyle gözlerini kapadı.

10 Eylül 2013 Salı

BİR AĞAÇ YETER !




Serin bir sabahın içinden yürüyerek geçiyordum. Sokakta kendi kendine konuşan insanlarla karşılaşarak yürüyordum. Ne dediklerine ve ne yaptıklarına karşı o kadar duyarsızdım ki…İçlerinden biri beni durdurdu ve nereye kadar böyle yürüyebileceğimi sordu. Afalladım ve kem küm etmeye başladım. İstediğim yere ulaşınca durup dinleneceğim dedim. İstediğin yer mi diye sordu karşımdaki insan. Alay eder gibi bir hali vardı. Evet bile diyemedim. Sen bilirsin dedi. Biraz yürüdükten sonra arkamdan yaşlı bir teyze seslendi: “Bencil olma” ve tam ona cevap vermeye hazırlanıyordum ki altı yaşlarında bir çocuk karşımda bana gülmeye başladı. Çıldıracakmış gibi hissediyordum. Omuz silkerek olan bitene yürümem imkansızlaştı. Neler olduğunu anlamak istedim. Kendi kendine konuşan insanlara yaklaştım ve onları duymaya çalıştım. Duymaya çalıştığım insanlardan biri bana baktı ve şöyle dedi : “ bizi böyle duyamazsın” ve sonra yanımdan koşarak uzaklaştı. Bana biri bütün olanları anlatacak mıydı yoksa böyle boş boş dolaşacak mıydım? Bir süre sonra yönümü bulamaz duruma geldim. Kafam o kadar karışmıştı ki istediğim yer diye bir yer var mıydı diye soruyordum kendime. Evden neden çıktığımı unuttum. Eve nasıl döneceğimi unuttum. Birbirimize duyarsız kalmaktan hepimiz çıldırmıştık ve bu çılgınlıkta insanların birbirini yeniden bulması gerekiyordu. İnsanları birbirine bağlayan şey ağaçlar oldu. Birbirimizi ağaçlar sayesinde yeniden tanımaya, anlamaya ve beraber hareket etmeye başladık. 

Ağaçlar bize köklerimizi, kanatlarımızı, sorumluluklarımızı hatırlattı. Beraber hareket etmeye başladığımızda koltuklarında oturan ve bu düzenden fayda sağlayanlar “ne oluyor bunlara” diyerek rahatsız oldu. Biz şiire, dansa, renklere hayatımızda daha çok yer vererek birbirimize sarılmaya başladık ve birbirimizi dinleyebildik. 

Bize nefes olan ağaçlara sarıldık. Onları köklerinden koparmaya çalışarak insanların birbirini duyamadığı çılgınlık şehirleri yaratmaya çalışanlar hüsrana uğradı. Çünkü onlar çıkarlarını her şeyden üstün sayma hastalığına yakalanmışlardı. Çünkü onlar bu hastalıklarının salgın halinde olduğunu düşünüyordu. Oysa bir şiir, bir ağaç, bir güvercin yeterdi bizim biz olduğumuzu hatırlamamıza ve hareket etmemize.

Yasemin Şenyurt

9 Eylül 2013 Pazartesi

BİR SABAHI KARŞILAMA

İsterdim ki kırmızı bir elma kadar sahiden

İsterdim ki gökyüzü kadar ferah bir duygu kaplasın

İnsanların içini



İsterdim ki bir çocuğun ellerinde uçurtma olsun

Ve verebilsin onu arkadaşlarına

İsterdim ki bütün güz

Yazamadığım bir öykü titretsin içimi


Bir sabah
Bütün bunlar oldu
Ve ben istekle uzandım yatağa
Uyuyan iki kedinin yanına

Bir sabah
Bütün bunlar oldu
Ve ben yanına geldim
Deniz yıldızları üzerimde


Bir sabah
Bütün bunlar oldu
Ve ben yanına geldim
Martı sesleri üzerimde

4 Eylül 2013 Çarşamba

BİR ÖYKÜYE SIĞAMAZ




Duyguları cümleye, paragrafa sığdırmak güzel de bir öyküye sığmayan duygular  nereye doğru akarlar? Hep merak ettiğim bu sorunun yanıtı var mı bilmiyorum.  Ağzınızın içi çakıl taşları doludur ve konuşmak zor gelmektedir.  Ellerinize dikenler batmıştır ve tutunmak imkansızdır. Bir yere tutunmayı, derdinizi dile getirmeyi istemenize rağmen  hayattan kayıp gidecek gibi olursunuz.


Boşluğa doğru çekilir ve boşlukta yankılanan sesleri dinlersiniz. Çocukluğunuza ait ağlama sesleridir duyabildiğiniz. İncinmişsiniz, gücenmişsiniz ve tatsız tuzsuz bir sofrada bulmuşsunuzdur kendini.  Ağzınız çakıl taşları doluyken yemeğin ne kadar lezzetli olduğunu ve yemeğinizi yemeniz gerektiğini hatırlatırlar.



Zehir gibi geçerken gece ve gündüz aniden telefonunuz çalar. Dalga sesleri gibi çalar telefonunuz.
Önce ağzınızdaki çakıl taşları düşmeye başlar. Duyduklarınız karşısında kendinize çeki düzen verirsiniz.
Konuşma alışkanlığını kaybetmiş olmanıza rağmen ilk sözcük akla gelir.
Önce bu kadar üşüdüğünüz için haklı olduğunuzu anlarsınız.  Ardından haklı olduğunuz düşüncesini kendinizi bırakmamanız gerektiği düşüncesiyle işlersiniz.  Bir doğum anına benzer. Yaşama yeniden dönerken aslında kendinizin de acı çektiğini anlamak iyi gelir.
Bir öyküye sığmaz dalga sesleri…
Düşünceli, duygulu, derin bir insandır sizinle konuşmuş ve size ulaşmış olan insan. Bu dünyayı kendinize zindan etmenize izin vermemiştir yine.
Sizi seven insanların arasına çağırır onun sesi.
Öyküye sığdıramazsınız içinize dolan  nefes alma isteğini.
Ellerinizdeki dikenler soyulur.
Yaşamak içinizde yangın yeri de olsa zaman zaman içinize su serpen o ses ağlatır sizi.
Mutluluktan ağlarsınız.