13 Ağustos 2016 Cumartesi

Çıkmaz Cennet


Sadece hayal gücünün değiştirip biçimlendirdiği bir hafızanın koyu rengini açmak istedim bugün. Bunun için Edip Cansever’in şiirlerini okudum. Yalnız mı kalabalık mı olduğunu bilemediğim bir zaman diliminde iştahla gökyüzüne baktım ve o ıslığı, tanıdık ve giz dolu o ıslığı çaldım. Islık çalmak içimde bir sahne kuruyordu. O sahnede tek kişi miydim bilinmez ama çoğul olmayı tercih ederdim. İki kişi çoğul olabilir. İki kişi yalnızlığı dizlerinde uyutabilir. İki kişi bir geceye, bir arabaya, bir dünyaya sığamayabilir. İki kişi dünyaya sığamazsa kendi çıkmazını yaratabilir. Yarattıkları o çıkmaz kendilerine cennet gibi gelebilir. Gelemez diyenler olur ve olacak. Çıkmazdan cennet mi olurmuş hiç diyenler ve arkasını dönüp kıs kıs yürüyenler olur, olacak. Aldırmadan onlara çıkmazdan cennet yaratanlar bilirler ki “cennet muhallebiden duvarlar demek değildir.” Bilirler işte… Ölümün içine teğellenen yaşamı üstlerine alırlar ve üşümez onlar.
Denizin griye çaldığı bir akşamüstünde bileğimi inceliyordum. Bileğimi incelemek yüreğimi kavramak gibi gelmişti o sırada. Defalarca öğrenemediğim bir yabancı dil gibiydi hava…
Bir sigara aranıp durdum. Belki unutulmuş belki de bile isteye bırakılmış bir sigaranın yakıldığı an kadar durdum gölgemle. Gölgeme şakalar yaptıkça onun surat astığını anlamak işimi zorlaştırıyordu ama gözlerime bir avuç umut serpmişti en sevdiğim.
Şiirden şiire doğru geçerken ve bazen sıçrarken eşyalarımın kayıp bürosunda olduğunu düşünüyordum. Eşyalarım dedikçe gölgem kahkaha atıyordu ve bu kahkahanın dozu artıyordu her an. Dergilerim, kitaplarım ve kasetlerim benim için değerliydi ama yanımda değillerdi çünkü sadece sırt çantamı taşıyabilirdim. Biraz midye yedim, karnımı doyuracak kadar değil.
Sırtımdaki çantama çocukluğumda severek giydiğim tişört dışında pek de bir şey koyamamıştım. Yüreğim pır, pır, pır ettikçe, böyle sayılabilir bir şey olmadığını anladım bu yürek pırıldamasının. Benimle yürürken ne düşündüğünü hiç anlatmamıştın. Kendime tükenmez ama tüketen sorular sorduğum ve belki bir duanın huzur veren yanı ile kafamı denize koyup ya da denizi kafama koyup uyumak istediğim bir akşamda bana anlatmak istedin.  
Gülümsediğini gördükçe içimde kayısı ısıran çocuklar gülerek ve çığlık atarak koşuşturdular…
Kaçla kaçı çarparsak uzayın derinliklerinde bir şarkı söyler bu çocuklar?
Yoksa unutsak mı dört işlemi ve unutmak adında bir kirpimiz mi olsa?
Bilmiyorum diyordum sana ve tam o anda dudağını ısırdığını gördüm, bütün yolculuğumu başlatan şey o anda saklı.
Unutma diyordum sana. Umutla unutma diyordum. Yürek pırıldaması, içimdeki karanlığı gıdıklıyordu adeta ve ben şu anda da bir şarkının elimden tutup beni denize götürmesini bekliyorum. Beklemek de buruk bir gıdıklanma değil mi? Değil, değil…
Üşümez ki yaşama teğellenen ama yine de bir otobüs durağına saklanabilir şemsiyesi yoksa. Şemsiyesi yoksa şiirli, kapşonlu bir giyeceği vardır muhakkak.
Muhakkak ellerimde senin izin var.
 “Ne çıkar bizi anlamasalar da” diyorduk. Biraz duraksayarak, biraz dalarak çilek kokuyorduk. Biraz yorulsak adımız dalgın oluyordu. Biraz darılsak utangaç kokuyorduk…
Biz bir denize sarılırdık bir de düşlerimize… Varsın çıkmazdan cennetimiz anlaşılmaz kalsın!
                                                        Yasemin Şenyurt










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder