Sadece
hayal gücünün değiştirip biçimlendirdiği bir hafızanın koyu rengini açmak
istedim bugün. Bunun için Edip Cansever’in şiirlerini okudum. Yalnız mı
kalabalık mı olduğunu bilemediğim bir zaman diliminde iştahla gökyüzüne baktım
ve o ıslığı, tanıdık ve giz dolu o ıslığı çaldım. Islık çalmak içimde bir sahne
kuruyordu. O sahnede tek kişi miydim bilinmez ama çoğul olmayı tercih ederdim.
İki kişi çoğul olabilir. İki kişi yalnızlığı dizlerinde uyutabilir. İki kişi
bir geceye, bir arabaya, bir dünyaya sığamayabilir. İki kişi dünyaya sığamazsa
kendi çıkmazını yaratabilir. Yarattıkları o çıkmaz kendilerine cennet gibi
gelebilir. Gelemez diyenler olur ve olacak. Çıkmazdan cennet mi olurmuş hiç
diyenler ve arkasını dönüp kıs kıs yürüyenler olur, olacak. Aldırmadan onlara
çıkmazdan cennet yaratanlar bilirler ki “cennet muhallebiden duvarlar demek
değildir.” Bilirler işte… Ölümün içine teğellenen yaşamı üstlerine alırlar ve
üşümez onlar.
Denizin
griye çaldığı bir akşamüstünde bileğimi inceliyordum. Bileğimi incelemek
yüreğimi kavramak gibi gelmişti o sırada. Defalarca öğrenemediğim bir yabancı
dil gibiydi hava…
Bir
sigara aranıp durdum. Belki unutulmuş belki de bile isteye bırakılmış bir
sigaranın yakıldığı an kadar durdum gölgemle. Gölgeme şakalar yaptıkça onun
surat astığını anlamak işimi zorlaştırıyordu ama gözlerime bir avuç umut
serpmişti en sevdiğim.
Şiirden
şiire doğru geçerken ve bazen sıçrarken eşyalarımın kayıp bürosunda olduğunu
düşünüyordum. Eşyalarım dedikçe gölgem kahkaha atıyordu ve bu kahkahanın dozu artıyordu
her an. Dergilerim, kitaplarım ve kasetlerim benim için değerliydi ama yanımda
değillerdi çünkü sadece sırt çantamı taşıyabilirdim. Biraz midye yedim, karnımı
doyuracak kadar değil.
Sırtımdaki
çantama çocukluğumda severek giydiğim tişört dışında pek de bir şey
koyamamıştım. Yüreğim pır, pır, pır ettikçe, böyle sayılabilir bir şey
olmadığını anladım bu yürek pırıldamasının. Benimle yürürken ne düşündüğünü hiç
anlatmamıştın. Kendime tükenmez ama tüketen sorular sorduğum ve belki bir
duanın huzur veren yanı ile kafamı denize koyup ya da denizi kafama koyup
uyumak istediğim bir akşamda bana anlatmak istedin.
Gülümsediğini
gördükçe içimde kayısı ısıran çocuklar gülerek ve çığlık atarak koşuşturdular…
Kaçla
kaçı çarparsak uzayın derinliklerinde bir şarkı söyler bu çocuklar?
Yoksa
unutsak mı dört işlemi ve unutmak adında bir kirpimiz mi olsa?
Bilmiyorum
diyordum sana ve tam o anda dudağını ısırdığını gördüm, bütün yolculuğumu
başlatan şey o anda saklı.
Unutma
diyordum sana. Umutla unutma diyordum. Yürek pırıldaması, içimdeki karanlığı
gıdıklıyordu adeta ve ben şu anda da bir şarkının elimden tutup beni denize
götürmesini bekliyorum. Beklemek de buruk bir gıdıklanma değil mi? Değil,
değil…
Üşümez
ki yaşama teğellenen ama yine de bir otobüs durağına saklanabilir şemsiyesi
yoksa. Şemsiyesi yoksa şiirli, kapşonlu bir giyeceği vardır muhakkak.
Muhakkak
ellerimde senin izin var.
“Ne çıkar bizi anlamasalar da” diyorduk. Biraz
duraksayarak, biraz dalarak çilek kokuyorduk. Biraz yorulsak adımız dalgın
oluyordu. Biraz darılsak utangaç kokuyorduk…
Biz
bir denize sarılırdık bir de düşlerimize… Varsın çıkmazdan cennetimiz
anlaşılmaz kalsın!
Yasemin
Şenyurt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder